Sinema dünyamızda bu yılın en dikkat çeken filmlerden biri oldu “Yeni Şafak Solarken”. Konusu ve sinematografisi, yalnızca bu yılın değil son yıllarda alışık olduğumuz birçok filme karşın daha farklı, daha ayrıksı ve ilgi çekici. Gürcan Keltek’in ilk uzun kurmacası, 77’nci Locarno Film Festivali’nde dünya prömiyerini yaptı ve oradan Boccolino d’Oro Eleştirmenler Ödülü’ne değer görüldü. Ardından 31. Adana Altın Koza Film Festivali’nden de “en iyi görüntü yönetmeni” ödülünü (Peter Zeitlinger) aldı. Film, yıllardır hastaneye girip çıkan, sistemin içinde sıkışıp kalmaktan yorulmuş ve öfkeli olan Akın’ın (Cem Yiğit Üzümoğlu) son kez taburcu olduktan sonra İstanbul’da gezinirken gerçek benliğiyle bağını kaybetmesini ve zihninin bir başka gerçekliğe kaymasını konu alıyor. Gürcan Keltek ve başrol oyuncusu Cem Yiğit Üzümoğlu ile konuştuk.
‘ÜÇ-DÖRT YILIMIZI ALDI’
Filmin esin kaynağı ne oldu?
Gürcan Keltek: Başlangıç noktası bir belgeseli. Psikotik atağın 72 saati üzerine bir film yapmak istiyordum. Sonrasında proje ilerledikçe, kurmacayla daha iyi anlatabileceğimi düşündüm. Çünkü filmin biraz saykodelik bir tonu olsun istiyordum. Bir oyuncunun üst bakışı gerekiyordu bu karakteri anlatmak için. Senaryoda da belgesel filmin başında kurduğumuz omurgadan faydalanarak devam ettirdik. Ama sonuçta vardığı yer bambaşka bir yer oldu.
Belgesel ve kurmacayı yanyana koyduğunuzda hangi deneyim sizin için daha keyif verici oldu?
Belgesel çok özgür ve olanakları sınırsız bir format. Güncel sanattan siyasete kadar, her şeyin filmini belgeselle yapabilirsiniz. Yapım süreci de çok şahsi ve arkadaşlarınızla çözebileceğiniz bir alan olduğu için o özgürlüğü çok seviyorum. Ama belgeselde de Türkiye’de duvara toslayabileceğiniz zamanlar da olabiliyor. Her aklınıza gelen konuyu belgesel yapamıyorsunuz. Yapıyorsanız da, güncel siyaset ve ideolojik noktalar her zaman sizin hareket alanınızı etkiliyor. Kurmacada, dramaturji ile birlikte farklı alanlara geçebiliyorsunuz. Bu filmi belgesel gibi çektim ama kurmaca fikrinden çok keyif aldım. İyi oyuncularla çalışmanın keyfi, onlara sırtınızı yaslamanın keyfi bambaşka.
‘NAİF BİR YERDEN BAKTIM’
Filmin başında, “Mitrazim”i anlatan bir ses duyuyoruz, o sırada karakteri bir gömütlükte görüyoruz. İslamiyete, Hıristiyanlığa bakıyoruz. Bir sekansta, “Hak din İslamdır” yazısı ve cami de ters duruyor. Dinlere karşı bir karşıt söz müydü bu filmin amacı?
Filmde yer alan “din” olgusunun, bizim güncel siyasette tartıştığımız “din” olgusuyla pek bir alakası yok. Şöyle; mental bir çözülme yaşıyorsanız, o beraberinde sosyal izolasyonu ve yalnızlığı getiriyor. Ve akut bir değişiklik yaşanıyor. Bu tarz dönemlerden geçen insanlar, zaman zaman, belli inanç sistemlerine dönüyorlar. Hissettiği şeyleri, belli kimyasalların değişmesiyle onları bir nedene bağlama, bütün yaşananların boşuna olup olmadığını sorgulama süreçlerinde kutsal kitapları okuyabiliyorlar. Bizim toplumumuzda da “Allah’a sığınma”, ondan medet umma ve o yüzden de o durumu anlamlandırmaya çalışma hep oluyor.
Karakterimiz inanç sistemlerinin, inanç aygıtlarının içerisine çok girmiyor, yalnızca Allah’tan medet umuyor. Oysa geldiği hayat, o inanç sistemine uzak. Ama herkes onu yalnız bıraktığı için, böyle bir arayışa giriyor. Karakter ne zaman bir atak hissetse, dünyası ters dönüyor. Tabii din deyince ister istemez güncel siyasete çarpıyorsunuz. Ama ben çok naif bir yerden, bu karakterin başına gelenleri anlamlandırması anlamında kullanmıştım.
‘ÖLÜYOR AMA YOK OLMUYOR’
Filmin çözülme aşamasında Tezer Özlü’nün “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” sözünü sıkça duyuyoruz…
“Delilik kimsesizliktir” diye Murathan Mungan’dan da bir alıntı var. Böyle şeyler çok planlı ve hesaplı bir şekilde ilerlemiyor bende. Bu alıntıları yaptım, çünkü filmde ölüler, bir şekilde varlıklarını sürdürüyorlar başka bir gerçeklik katmanı içerisinde. Tezer Özlü özelinde buna cevap vermem gerekirse, karakter, sistemin kendisine saplanıyor. Bu alıntı, bizim siyasi hafızamızda da inanılmaz yer etmiş bir alıntı. Bu mantrayı söyleyen karakterlerden bazıları da ölüler ama yok olmuyorlar. Buradalar, hafızaları ve söyledikleri İstanbul’da yankılanıyor. İstanbul da böyle bir yer zaten. İstanbul’da bir şeyler ölüyor, ama yok olmuyor.
Mehmet S. Aman, Gürcan Keltek ve Cem Yiğit Üzümoğlu
‘TUTARLI BİR İŞ YAPMIŞIM’
Zor bir rol. Senaryo önünüze geldiğinde ilk ne nissettiniz?
Cem Yiğit Üzümoğlu: Çok korktum. Bence de çok zor bir rol. Bir de karakterdeki mental durumlar, benim bilmediğim, kendimde pek alışık olmadığım durumlar. Bir sanrının içerisinde olmak ne demek, onu hiç deneyimlemediysen, bilmen çok zor. O yüzden hazırlık sürecinde bana çok yardımcı oldu Gürcan. Elimden tuttu, her anlamda yönlendirdi, kimi zaman da kaybolmama izin verdi. Üç buçuk dört yıl oldu ve ilk kez izledim. Senaryoda başka, sette başka, filmi görünce bambaşka bir şey gördüm. İyi anlamda söylüyorum bunu. Başta benim için korkutucu olan şeyin sonucu, benim için çok değerli oldu.
‘OYUNCULUK, MÜHENDİSLİK’
Tiyatro, sinema ve dizi oyunculuğu. Kendinizi en özgür hissettiğiniz disiplin hangisi?
Mesele disiplin değil de mesele kiminle çalıştığın. Tiyatroda da sinemada da dizide de saygı, sevgi ve özgürlük ilişkisi olmadığı sürece, yaratıcı değil de icraatçı olduğumuz zaman benim için sıkıntı başlıyor. Özgürlük ketleniyor. Yönetmen kısıtlayıcıysa, dediğim dedikse, sen bir oyuncu olmuyorsun, kukla oluyorsun. Bu her meslek için geçerli. Aktörlük müessesesi için de geçerli. Kırılgan bir meslek bir de. İnsanın özgür, yırtık ve vahşi hissetmesi önemli. Tiyatro benim için ayrı bir yer. Orası, hayatın durduğu yer.