1930 yılının bir sabahı, Keiskamma Nehri’nin kıyısındaki gözlerden uzak bir çiftlikte, yaşlı nine mutfağında küçük torununa kahvaltı hazırlarken iki el silah sesi duydu ve “Oh Tanrı’m, umarım bu Huberta değildir!” diye haykırdı. Dermansız bacakları izin verdiğince sesin geldiği yere doğru hızlı adımlarla ilerlemeye başladı. Nehir kenarına vardığında Huberta’nın cansız vücudunun akıntı yönüne doğru nehir yüzeyinde sessizce süzüldüğünü gördü. Yaşlı ninenin haykırışlarındaki çaresizliğe ve şaşkınlığına anlam veremeyen üç kaçak avcı, soy ağaçlarına nesiller boyu sürecek bir utancın ve lanetin tohumunu ektiklerinin farkında değildi.
EFSANE DOĞUYOR
Güney Afrika’da doğan bir hipopotam (su aygırı), 1928 yılının bir sabahı uyandı. Havada serin bir çisenti vardı, pörtlek gözleriyle etrafındaki yemyeşil otlağı taradı ve azametli bir kararlılık içinde hantal vücudunu hareket ettirdi. Dünyanın, Kwazulu-Natal bölgesinde varlığını devam ettirdiği küçük göletten çok daha fazlası olduğuna ikna oldu. Üç yıl boyunca kendisini evinden 1600 km uzaklığa götürecek eşsiz bir yolculuğa çıkmaya oracıkta karar verdi. Göletten dışarı ilk adımı attığında gezisinin dünya çapında manşetlere çıkacağını ve beklenmedik bir uluslararası üne kavuşacağını aklının ucundan bile geçmezdi. Basın tarafından erkek sanıldığı için “Hubert” ismi uygun görülen hipopotamın dişi olduğu anlaşıldı ve “Huberta” ismi kullanılmaya başlandı. Huberta’nın efsane haline gelmesine ilişkin birçok kurgu yapıldı. Kimileri, daha önce daha güneyde yaşayan su aygırlarının atasal mekânlarını ziyaret etmek istediğini söyledi. Bazıları kaybolmuş bir arkadaşını aradığını iddia etti, bazıları da annesinin öldürülmesine tanık olduğunu ve bu trajedinin yaşandığı yerden mümkün olduğunca uzaklaşmak istediğini düşündü.
Hipopotamlar genelde gruplar halinde yaşayan, yaşadıkları bölgeye sadık, otçul ve sakin hayvanlardır. Ancak herhangi bir tehlike hissettiklerinde son derece öfkeli ve saldırgan olabilirler. Bir hipopotam ile vahşi habitatında karşılaştığınızda öldürülme şansınız yüzde 84 iken aslanda yüzde 75, köpekbalığında ise sadece yüzde 25’tir. Bu oran hipopotamları yeryüzünün en ölümcül hayvanları sıralamasında ilk sıraya yerleştirir.
Huberta’dan neredeyse bir asır önce yaşamış Alman doğa ressamı Gustav Mützel, insanoğlu ve hipopotamlar arasında asırlardır devam eden sorunlu ilişkiyi şu şekilde ifade eder: “Hipopotamların dünyanın en tehlikeli hayvanı olmasıyla ilgili en sevdiğim şey, onların otobur olmaları. Hatta hem otçul hem etçil bile değiller. İnsan yemek istemiyorlar, sadece insanoğlundan tiksiniyorlar! Bence bu harikulade güzel bir şey.”
TÜRÜNÜN SON ÖRNEĞİ
Bizim Huberta türünün aksine hiç de utangaç olmadığını ziyaret ettiği çiftliklerden kaçak yemek yiyerek ve golf kulüplerinde verilen ziyafetlere davetsiz olarak katılarak kanıtladı. Genellikle gece seyahat etmeyi tercih etti ve kendisine zarar vermek isteyen insanlardan kaçma konusunda usta oldu. Bir süre sonra mola verdi ve Mhlanga Nehri’nin ağzındaki lagüne yerleşti. Yeni evinden ve yeni yayılan ününden keyif aldığı her halinden belli oluyordu. Hayranları onu meyve, şeker kamışı ve diğer atıştırmalıklar ile şımartıyor, kendisini görebilmek için uzun yol katedenler ise çevre ekonomisine can suyu oluyordu.
ÜNÜNE ÜN KATTI
İşin doğasına uygun olarak Huberta’nın her geçen gün artan popülaritesinden faydalanmak isteyenler türedi. Johannesburg Hayvanat Bahçesi, Huberta’yı yakalayıp sergilemek istedi ancak insanlardan kaçma ve saklanma konusunda uzmanlaşan kahramanımızı yakalama girişimi başarılı olamadı. Elbette bu olay ününe ün kattı ve hakkında türlü türlü efsaneler üretilmesine yol açtı. Zulu halkı onun Büyük Kral Shaka’nın ruhunu temsil ettiğine, Mpondo’lar ünlü bir şifacının reenkarnasyonu olduğuna, bazı Hindu toplulukları “fakirlerin koruyucusu” olduğuna, Xhosa’lar ise onun büyük bir şefin ruhu olduğuna inanıyordu. Ünü nedeniyle Kwazulu-Natal Eyalet Konseyi, onu “kraliyet evcil hayvanı” olarak kategorize etti ve avcıların yakalamasını veya öldürmesini yasakladı.
Hepimiz bu noktada Huberta’nın epik yolculuğunun harikulade bir nehirde kendi ailesini kurmuş ve mutlu mesut yaşarken sonlanmasını dilerdik değil mi? Ne yazık ki Huberta için bu tür bir mutlu Hollywood filmi sonu yoktu. Üç avcı, Huberta’yı Afrika güneşi altında güneşlenirken ortada hiçbir neden yokken vurdu. Ölüm haberi ülke genelinde utanç, dünya çapında şok dalgaları yarattı. İnsanlar başsağlığı kartları, bağışlar ve çelenkler gönderdi.
Ulusal tepki üzerine, Huberta’nın katillerine kraliyet evcil hayvanını öldürdükleri için yüksek miktarda ceza kesildi. Avcılar, Huberta’nın kim olduğunu bilmediklerini söyleseler de yükselen tepki dalgasına karşı duramadılar. Bugün bile Huberta’yı öldüren üç avcının torunları, vicdanlarını rahatlatmak için Huberta adına dernek kurup atalarının ismini temize çıkarmak için kitaplar yazıyor, kamuoyunu dönemin gerçekleri ile yüzleşmeye ve yargısız infazın bitmesi gerektiğine ikna etmeye çabalıyor.
Belki de Huberta’nın öyküsünde büyülü bir şey yoktu. İnsanoğlu doğası gereği olağanüstü bir şeye tanıklık etmek istediğinden veya macera arayışını Huberta üzerinden hayal ettiğinden bir hipopotamı sihirli bir figür olarak algılamayı yeğledi. Huberta ise kolektif bilincinde yer alan insanoğlu kaynaklı katliamları afişe ederek öcünü aldı ve görevini düzgünce tamamlayıp dünyayla ödeşti. Tüm heveslerini Huberta’ya yükleyen kamuoyunun hayal kırıklığına avuntu olarak “Huberta” efsanesinin yaşatılması gerekiyordu. Bunun üzerine Huberta’nın cesedi, Londra’daki bir tahnitçiye gönderildi. Bugün korunmuş, doldurulmuş bedeni Doğu Kap’taki King Williams Town’daki Amathole Müzesi’nde ziyaretçilerini ağırlamaya devam ediyor.