Nüfus 13 milyon.. Erkeklerin ancak yüzde 6-7’si okuma yazma biliyor, bunların çoğunun gayrimüslim olduğu ve ülkeden ayrıldığını da göz önünde bulunduralım. Kadınlarda okuma-yazma oranı yalnızca binde 4. Ülkede yalnızca bir üniversite var. Lise sayısı 23, öğrenci sayısı 1241. Ülkede yalnızca 72 ortaokul var; 543 erkek, 230 kız öğrenci öğrenim görüyor. 40 bin köyün 37 bininde okul bile yok. Peki bu çocuklar eğitim almak yerine ne yapıyor. Yanıtın ipuçları Niğde milletvekili Muhittin Bey’in sözlerinde gizli. 19 Mayıs 1914 günü Sanayii Teşvik Kanunu görüşülürken şöyle der Mebusan Meclisi’nde:
“Bendenizin bulunduğum vilayetlerde beş yaşından on yaşına kadar çocuklar istihdam olunuyor. Gayet az ücret veriyorlar. Ekmek parasını bile çıkaramıyorlar, sonra bu zavallılar iş altında hasta oluyorlar, kambur oluyorlar. Ordunun kaynağı kuruyor. (MMZC, D. 3, C. 1, İçtima 8, s.90)
1915 bütçesine bakarsak devletin kişi başına ayırdığı eğitim harcaması da yalnızca 1 Frank 30 santim. Bu oran örneğin Almanya’da 12 Frank, daha dün bağımsız olan Bulgaristan’da 5 Frank… (MMZC, D. 3, C. 3, İçtima 50, s. 72)
Emperyalistlerin gözünde “Hasta Adam” olan Osmanlı’nın ayağına vurulmuş en büyük pranga ise Kapitülasyonlar. Müslüman Türk tüccarın bir yabancıyla davası olsa, dava yeri konsolosluk. Davayı kazansa da anlamı yok. Zira yabancının kendi ülkesindeki mahkemeye itiraz hakkı var. Yerli tüccar o ülkeye gitmek yerine çoğu kez davasından vazgeçiyor. Biliyor musunuz, sistemin mağdurlarından biri de Atatürk. Milli Mücadele günlerinde P. Guiseppe Capra isimli İtalyan iş adamı zarara uğradığı gerekçesiyle 11 Eylül 1920 günü 2000 lira ister Mustafa Kemal Paşa’dan. (Şimşir, 86; Özel, 4) Duyun-ı Umumiye’nin, ülke gelirlerine el koyduğundan, Reji’nin kolcuları aracılığıyla Türk köylüsüne yaptığı zulümden, insanlarımızı katletmesinden bahsetmiyorum bile…
Sonra… Mustafa Kemal sahneye çıkar. O daha 1907’de Selanik’te vermiştir kararını. “Kahredici istibdada karşı ancak ihtilal ile cevap verilir… Köhnemiş, çürük idareyi yıkmak milleti hâkim kılmak için sizi vazifeye davet ediyorum.”
Milletiyle el ve gönül birliği yapar. Milli Mücadele’nin askeri zaferini Anadolu’da, siyasi zaferini de Lozan’da kazanırlar. Sonra asıl savaşı başlatırlar. İki cephede verilir savaş. İlki eğitimdir ki daha Milli Mücadele günlerinde başlar devrimci tutum. Ordu Kütahya-Eskişehir muharebelerinde imha tehdidiyle yüz yüzeyken topladığı Eğitim Kongresi’nde millet egemenliği ilkesini vurgular. Kadın-erkek millet egemenliğini… Sonra yazı devrimi, Millet Mektepleri. Ne güzel isim değil mi? Millete ait okullarla aslında yaşam boyu eğitimin de ilk uygulayıcısıdır o. Ardından Halkevleri gelir. Kimilerinin iddia ettiği gibi CHP’nin arka bahçesi değildir Halkevleri, toplumsal eğitim kurumlarıdır. Gereksinimlerden doğmuştur. Adnan Menderes örneğin CHP milletvekili olduğu günlerde Aydın Halkevini açarken Halkevlerini “tarih başlangıcı” olarak niteler, “büyük ihtiyaç vardı” der. Hoş, başbakan olduğunda 7 Ağustos 1951’de “Faşistvari görüş ve düşüncelerin ürünü” diyecektir (Özel, 78) ya neyse, artık anlıyoruz bu düşünce savruluşlarının nedeni…
İkinci savaşın gerekçesini Türkiye İktisat Kongresi’nde özetler Gazi Mustafa Kemal. “Askeri zaferler ne kadar büyük olurlarsa olsun ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa devamlı olamaz” vurgusuyla. Amaç güçlü ve milli bir ekonomi yaratmaktır. Yabancı yatırıma ya da yerli girişime de kapalı olmayan, sınırı, halkın yararı olan anlayıştır benimsenen. Kökleri yine Milli Mücadele günlerindedir. Misak-ı Milli’de kapitülasyonların var olduğu bir barışın kabul edilmeyeceği vurgulanır örneğin. Lozan’a giden delege kuruluna “emperyalistler kapitülasyon derse bize bile sormayın hemen geri dönün” diyen TBMM, bağımsız bir ekonomi kurmak için yeniden savaşı göze alır. Zira yabancıların egemen olduğu sistemde güçlü bir ekonomi kurma şansı yoktur. Ürünleri tarihte yerini bulur. Duyun-ı Umimiye, Reji gibi sömürge kurumları yok edilir. O Reji ki tütün çiftçisini iki kez sömüren kurumdur. Hem ürününü ucuza kapatarak emeğini sömürür, hem de piyasaya içi boş paketler, küflü tütünler sürerek parasını ve sağlığını sömürür. Savaştan çıkan fakir Cumhuriyet yabancılara ait işletmeleri satın alır, millileştirir/devletleştirilir. Örneğin Terkos şirketi kaç defa uyarılmıştır dağıttığı su sağlıksız diye. Halkçı Türkiye geçit vermez halkının parasının ve sağlığının heder edilmesine.
Sanayi devrimini tamamlayarak kendi kendine yetebilmeyi önceler Atatürk Türkiyesi. Dünya ekonomik krizle boğuşurken o son derece akılcı bir politika benimser. Başbakan İsmet Paşa’nın açıkladığı gibi “Mutedil/Ilımlı Devletçilik”. Ardından kalkınma planı ve uygulama gelir. 1934’te Kayseri ve Bakırköy Bez Fabrikaları, 1935’te Isparta Gülyağı ve Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikaları, 1936’da İzmit Kâğıt Fabrikası, 1937’de Ereğli ve Nazilli Bez Fabrikaları, 1938’de Gemlik Suni İpek ve Bursa Merinos Fabrikaları ve daha niceleri… Sermayesine, madenlerine, emeğine sahip çıkan anlayış; Türkiye İş Bankası, Sümerbank, Etibank, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası… Yabancıya el de açılmaz. Ürettikleriyle finanse eder yatırımlarını. Devletçi sanayileşme politikası, o günlerde yalnız sanayi kurumlarını oluşturmakla kalmaz. Türkiye’de çağdaş teknolojilerle uğraşmayı becerebilen mühendisler, ustalar, işletmeciler armağan eder.
Sonra aradan yılları geçer… Yazı devrimi kastedilerek geçmişimizle bağımız koptu yaygarası koparılır. Devletçilik faşizan uygulamanın yansıması sayılır… Halkevleri komünizm yuvası diye adlandırılır. “Tek Parti” olmak diktatörlükle anılır. Hatta Atatürk’e diktatör diyenler çıkar.
Kanımca iddia sahipleri Türk Devrimi’ne ve Atatürk’e, olanı olduğu gibi kavramaya yönelik bir bilgisel tarihçilik meselesi olarak değil, kendi siyasi hayatlarının bir meselesi olarak yaklaşanlardır. Zira, Atatürk Cumhuriyetçidir, demokrattır. 4 Haziran 1933 akşamı der ki “Cumhuriyet demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir.” Hedefi çoğulcu demokrasidir. Ulaşmış mıdır? Hayır. “Biz Cumhuriyeti kurduk, o on yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır” (İnan, 826-827) diyen de Atatürk’tür. Atatürk milletine her zaman gerçekleri söylemiştir.
Ömrü yetmemiş çoğulcu demokrasiyi kuramamıştır. Ancak unutulmamalıdır ki demokrasi siyasal bir düzen olmanın ötesinde bir yaşam biçimidir. Bu yaşam biçiminin yeşerebilmesi toprağının verimine bağlıdır. Atatürk o toprağı verimli kılan liderdir. Çünkü
Atatürk yarı-sömürgelikten kurtulup milli ekonomiye geçmeden demokrasiyi yeşertemeyeceğini bilen liderdir.
Atatürk demokrasinin eğitimli toplumların kurup geliştirdiği rejim olduğunu bilen, demokrasinin eğitimsiz olmayacağını deneyimleyen liderdir. İngiliz tarihçi Welss ne der? Oy sandıklarını kurmadan önce oy verecekleri eğitin.
Atatürk laik devlet ve toplum düzeni oluşturmadan demokrasinin yeşeremeyeceğini, yeşerse de kalıcı olamayacağını bilecek kadar dünyasının ve milletinin tarihinden haberdar olan liderdir.
İşte bu nedenle ömrünü uygar bir toplum, ekonomik refaha ulaşmış bir halk inşa etmeye adamıştır. Yani demokrasinin yeşereceği verimli toprağı hazırlamıştır.
Sorgulanması gereken o toprak üzerinde demokrasiyi kurmak ve kurumsallaştırmak yerine toprağı asitle sulayanlardır.
Kaynakça:
Afet İnan, “Atatürk ve Demokrasi”, Belleten, Kasım 1988, Cilt 52, Sayı 204, s. 825-832.
Bilâl N. Şimşir, Atatürk İle Yazışmalar I (1920-1923), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1981.
Sabahattin Özel, Atatürk ve Atatürkçülük, Derin Yayınları, İstanbul, 2006.