Girer içeri Sait… Koltuğunun altındaki gazeteyi ve Yenice sigarasını masaya koyar. Kendisini bekleyen gençle göz göze gelir. Yıpranmış defter çıkarır.
“Vaktin var mı lan?”
Genç adam “var” dercesine başını sallar. Sait “Alemdağ’da Var Bir Yılan” kitabını hazırlamaktadır o sıra… Oturur. Yazdığı son öyküyü okur: “Eleştir beni! Hem de en sert şekilde!” Fikrine güvendiği bu gencin de yorumlarını alır.
Aslında Sait’in aklı öğrencilik yıllarında Fransa’da okuduğu “André Gide” kitaplarında kalmıştır. Onun gibi özgürce yazmak istemiştir. Karşısındaki genç de Paris’ten yeni dönmüş bir edebiyat sevdalısıdır. Kimi zaman Beyoğlu’ndaki Nisuaz veya Baylan Pastanesi’nde buluşurlar. Hayranı oldukları Paris’teki Dupont Café’deymiş gibi oturup hayaller kurarlar. Sonra da dolanırlar Beyoğlu’nda avare avare… O an hayal kurar genç adam: “Şimdi Marsilya’da Canebiere Caddesi’ndeki sinemalarda kim bilir hangi film oynuyordur?”
Sait keyifle gencin hayaline eşlik eder; “Gidelim ulan!” Çocuksu bir gülümsemeyle “Madem istiyorsun Marsilya’ya gidelim! Yoksa 6.45 ekspresiyle Paris’e mi gitsek?”
Genç duraksar “Paris mi?”
Sait atılır; “Paris ya! Gidelim! Quartier Latin’de Zazou’lar (Latin Mahallesi bohemleri) arasına karışır, onlar gibi cafè creme ve Gauloise cigarası içeriz!”
Ee hayal bu tabi! Paris’e gidemeseler de Beyoğlu’ndaki sinema salonlarından birine girip film izlerler. Ve film biter, hayal biter, ayrılırlar. İşte bu kadim dostlar da aramızdan ayrılır yıllar önce. Sözünü ettiğim genç “Sait Faik’in son arkadaşı benim” diyerek bu anekdotları aktarır. Kim midir bu kişi? Türk şiirinin usta ismi Attila İlhan…
Aralarındaki yaş farkına karşın sıkı dost olmuşlardır. Sait’in “Semaver” kitabı 1936’da yayımlanırken henüz çocuk olan İlhan “Stelyanos Hrisopulos Gemisi” öyküsü ile tanımıştır onu. Hayran olmuştur. Yıllar geçer, 1948’de “Duvar” kitabını yayımlatmış edebiyat çevrelerinde adı duyulmaya başlamıştır. Sait’le de o yıllarda Yaşar Nabi’nin Varlık yazıhanesinde ilk kez karşılaşmışlardır. Ve günü gelmiş, Ölmeden evvel en yakın arkadaşı olmuş, öykülerine görüş bildirmiştir. Sait’in öykülerine hayran biri daha vardır. Gelin bir de ona bakalım.
KİM BU ORHAN SELİM?
9 Mayıs 1936 sabahı Akşam gazetesini eline alanlar “Bir tavsiye” başlıklı, Orhan Selim imzalı yazıyı okurlar. Orhan Bey, Sait’i yerden yere vurur, “Okumuş olmanın bile kâfi gelmediğini, iyi bir yazıcı olmak için biraz da memleketi bilmek, edebiyatı ciddiye almak icap ettiğini söylemek istiyorum” der. Selim bir süre sonra cezaevine düşer ve bir mahkum arkadaşına mektup gönderir. 1941’in 8 Nisan’ında kaleme alınan bu mektupta bu kez Orhan Bey, Refik Halit’i eleştirir. Ardından da “Sabahattin Ali, hatta Sait Faik mi ne o oğlan bile Refik Halit’ten çok iyi hikâyeci” der. Bu mektubunda ise Sait’i biraz olsun methetmiştir ama Sait’in “Şahmerdan” kitabını okuduktan sonra, 25 Ağustos tarihli mektubunda eleştirir: “Adam olursa iyi bir muharrir olacak ama her şeyden evvel heveskârlıktan hem de zıpır, şairane heveskârlıktan kurtulması lazım”.
Ve 1950’dir tarihler… Orhan Selim tahliye edildikten sonra Burgazada’da alır soluğu, Peride Celal’in evinde bir araya gelir Sait’le… O gün bir de fotoğraf çektirip gülümserler geleceğe.
Orhan Bey, öykülerini başta beğenmediği o Sait ile can ciğer olur. Hatta “Saman Sarısı” şiirinde konuk eder: “Kalamış’ta balıkçının meyhanesine girdim ve Sait Faik’le tatlı tatlı konuşuyorduk/Ben hapisten çıkalı bir ay olmuştu/onun karaciğeri sancılar içindeydi ve dünya güzeldi.”
Sait’i geçmişte eleştiren Orhan Selim mahlaslı yazar aslında Nâzım Hikmet’ten başkası değildir. Yıllar geçer, Nâzım 1955’te Budapeşte radyosunda Sait’i bu kez yere göğe sığdıramaz; “Ben Sait Faik’i çok severim. Bizim büyük hikâyecilerimizden biridir. Büyük hikâyeci, büyük şair”.
ANNESINDEN HARÇLIK ALIRDI
Öykülerine herkes hayrandır Sait’in… Şan, şöhret ya para? Aileden kalma birkaç dükkânın kirasıyla geçinmeye çalışsa da hep bir yoksulluk çeker. Burgazada’da yaşlı anası Makbule Hanım’la yaşarken çoğu zaman da eline bakar, harçlık alır. Bir gün Aziz Nesin’e içlenerek “40 yaşından sonra annemden para almak bana çok ağır geliyor” der. Makbule Hanım’ın gözünde işsizdir Sait. Öyle ki pasaportunda bile “işsiz” yazar. Öyküleri beğenilse de, ünlü de olsa Sait, hep o parasızlığı çeker.
Ve yine bir gün… Arkadaşı Rıfat ile yürürken, tam da Orman Birahanesi’nin önünde seslenir Şerif Hulusi: “Hop Sait!”
Otururlar. Dergi çıkaracağını söyler Hulusi.
Sait “matbaa buldun mu” diye sorar.
“Buldum” der Hulusi.
“Ya kâğıt?”
“Onu da buldum” der Hulusi.
“Ya yazarların parası?”
Hulusi kaşlarını çatar; “Ne parası! Size para mı vereceğim!”
Sait öfkeyle kalkar ayağa. “Para vermezsen nah alırsın yazıyı! Yürü Rıfat gidelim!”. Giderken döner birden “Ulan sizin gibiler yüzünden anamın yüzüne bakamaz oldum, adımız işsize çıktı” diye yakınır. Bu anıyı da bize ahbabı Rıfat yani Rıfat Ilgaz aktarır.
İstanbul’un sesi, nefesi, havası, rüzgârı, denizi, kokusu, rengi sinmiştir öykülerine. Rumu, Ermenisi, Yahudisi, Arnavutu, Lazı hepsi… Onun kalemle renklendirdiği bir tablodur İstanbul… Ve soğuk bir 18 Kasım günü doğdu Sait, bugün 118 yaşında! Hâlâ yaşıyor. Öykülerine emanet ettiği İstanbul’la, Burgazada’yla…