Birleşik Krallık’taki Cardiff Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Engin Kara, işsizlik riskinin arttığını, ücretlerin baskılandığını, ekonomide bir daralma tehlikesi ortaya çıktığını, iflas ve konkordato başvurularının artacağını vurguladı. Prof. Dr. Engin Kara ile ekonomideki son gelişmeleri konuştuk.
Ekim ayında enflasyon yıllık bazda yüzde 48.58 oldu, Merkez Bankası da yıl sonu hedefini değiştirdi. Resmi enflasyon ile hissedilen enflasyon da örtüşmüyor, 7 aydır faizler yüzde 50 seviyesinde gidiyor. Asgari ücrete temmuzda zam yapılmadı. Kur da uzun zamandır baskılanıyor, Ne oldu da enflasyon bu kadar yüksek geliyor?
2001 krizi bize yalnızca beklentilerle kalıcı bir ekonomik düzen kurulamayacağını öğretti. Kısa vadede iyileşme sağlanabilir; ancak bunun uzun vadede sürdürülebilir olması için ekonomik temellerin sağlam olması gerekir. 20 yıl sonra tekrar benzer bir noktaya geldik. O dönemde, bugünden farklı olarak, bankacılık sektöründe ciddi sorunlar vardı. Sonradan yayımlanan raporlar, bazı bankalarda adeta bir soygun yapıldığını ortaya koydu. Böylesi bir ortamda iyimserlik tek başına yeterli değildi; beklentilerden çok daha fazlasına ihtiyaç vardı. ‘İnanmak başarmanın yarısıdır’ denir, ancak aşılması gereken diğer yarısı için sağlam temeller şart.
Bu çerçevede bugünkü enflasyonu analiz ederken yine beklentiler ve temeller üzerinden değerlendirme yapmak en doğrusu olacak.
Beklentilere bakıldığında, programın yalnızca sınırlı bir iyileşme sağladığını görüyoruz. Enflasyon beklentileri yüzde 60 civarında sıkışmış durumda. Bu seviyede beklentilerin katılaştığını söyleyebiliriz. Tüm firmaların enflasyonu yüzde 60 olarak beklediğini düşünürsek, bir firmanın resmi enflasyon hedefine göre fiyat belirlemesi ancak ‘aklını peynir ekmekle yemiş’ olmasıyla açıklanabilir.
HER AN HER ŞEY DEĞİŞEBİLİR
Peki, neden?
Tansiyonu yüksek ve dalgalı bir hasta düşünün. Yeni bir doktoru var ve bu doktor tansiyondaki dalgalanmayı durdurmayı başarmış; ancak tansiyon hâlâ yüksek. Tansiyonun makul seviyelere düşmesi için hastanın yaşam tarzında köklü bir değişiklik yapması gerekiyor. Ne yediğine, içtiğine dikkat etmeli; fakat bu konuda ihmalkâr davranıyor. Aslında, ihmalkâr demek tam doğru değil çünkü hasta aslında bir rejim izliyor, ancak bu rejim fazla esnek ve mevcut yaşam tarzını sürdürülebilir kılıyor.
Siyaset açısından baktığımızda, Türkiye’de her an her şeyin değişebileceği bir sistem görüyoruz. Yakın geçmişte, kanunla bağımsızlığı güvence altına alınmış bir Merkez Bankası Başkanı, sırf faizi belirli bir seviyeye çıkardığı için görevden alınmıştı. Yeni ekonomi yönetimi, farklı bir yaklaşımı ortaya koymak amacıyla Merkez Bankası başkanının görevden alınmasını kanun hükmünde kararnamelerle sınırlandırılmasını sağladı. Ancak, bu yasanın sağladığı güven de sınırlı; çünkü uygulanmayan Anayasa Mahkemesi kararları var.
Anayasa Mahkemesi kararları ile enflasyon arasında nasıl bir ilişki olabilir? diye düşünebilirsiniz. Aslında, çok yakın bir ilişki var. Ekonomide en önemli unsurlardan biri öngörülebilirlik. Eğer en yüksek mahkemenin kararları uygulanmıyorsa, bu, ekonomik aktörlerin geleceğe dönük kararlarını doğrudan etkiler. Yatırımcılar ve piyasa aktörleri, ‘yarın başka hangi kural değişebilir?’ endişesiyle hareket eder.
En yüksek mahkemenin kararları bile uygulanmıyorsa, piyasa, Merkez Bankası’nın uzun vadeli bir politika izleyeceğine nasıl güvenebilir? Bugün faiz yüzde 50’dir, yarın bir anda yüzde 7.5’e indirilebilir. Bu belirsizlik, uzun vadeli ekonomik kararları neredeyse imkansız hale getirir ve enflasyonla mücadeleyi daha da zorlaştırır. Kısacası, hukuk devleti ilkesinin zayıflaması, ekonomik istikrarın da temelini aşındırır.
Bugün farklı bir anlayış olduğu iddia edilse bile, yüksek yargı kararlarını uygulamama pratiği devam ediyor. Geçmişte yapılan hataların gölgeleri uzun olur ve bu tür hataların kalıcı etkileri var. Bu belirsizlik ortamında, enflasyonun düşmesi için güçlü ve tutarlı bir temel gerekiyor.
GÜVENLİ SÜRÜŞ YAPAMAZSINIZ
Enflasyonu kontrol altına almak için atılan adımlar neden işe yaramıyor, bundan sonra enflasyonda nasıl bir seyir bekliyorsunuz?
Enflasyonun düşüşü tek bir enstrümana, kısa vadeli faiz oranlarına bağlanmış durumda. Artan kredi faizleriyle birlikte talebin yavaşlayacağı ve böylece fiyat artış hızının düşeceği bekleniyor. Ancak gerçek bu kadar basit değil.
Bazı sektörlerde, örneğin ev eşyasında, enflasyonun altında bir artış gözlemleniyor; ancak sorun, hizmet sektöründe yoğunlaşmış durumda. Eğitim ve konut gibi alanlarda enflasyonun çok üzerinde artışlar var ve her iki sektörde de neredeyse ortalama enflasyonun iki katı bir yükseliş söz konusu. Açıklanan enflasyon ile hissedilen enflasyon arasındaki temel farklardan biri de bu geniş aralıktan kaynaklanıyor. Ekim ayı verilerine göre, ana harcama gruplarında yüzde 26 ile yüzde 90 arasında değişen geniş bir aralık mevcut. Ortalama enflasyon bu genişliği özetlemekte yetersiz kalıyor.
Eğitim ve konut gibi sektörlerde talep esnek değil. Barınma temel bir ihtiyaç, özel eğitim de öyle hale gelmiş durumda. Bu nedenle, ‘faizi artıralım, talebi düşürelim’ politikasının bu sektörler üzerindeki etkisi sınırlı kalıyor. Bu sektörlerdeki yüksek fiyat artışları da, para politikasının genel enflasyon üzerindeki etkisini kısıtlıyor.
Durum adeta bir yakantop oyununa benziyor: kimse maliyeti üstlenmek istemiyor, herkes yükü bir sonrakine aktarmaya çalışıyor. Artan kira maliyetini işletmeci müşteriye yansıtıyor, müşteri maaş artışı talep ediyor, işveren ürün fiyatlarını artırıyor, özel okul ücretlerindeki artışı doktor hastasına yansıtıyor… Bu döngü sürekli devam ediyor ve maliyetler artıyor. Bu sarmal sadece ekonomik değil, aynı zamanda toplumsal bir soruna dönüşüyor ve belirli kesimler bu döngüden daha fazla etkileniyor.
Bu maliyet artışları yalnızca hizmet sektörüyle sınırlı değil; vergi oranlarında da sürekli değişiklikler yapılıyor ve bu da doğrudan tüketiciye yansıyor.
Eğitim ve kira sektörlerinde sektörel bazda önlemler alınması gerekiyor. Bu, doğrudan müdahalelerden ziyade, artışların altında yatan nedenlerin tespit edilmesi ve uygun çözümler geliştirilmesi gerekliliğini ortaya koyuyor.
Enflasyon konuşuyoruz ama enflasyon oranının ne kadar olduğu konusunda da emin değiliz. Enflasyon belirsizliği, arızalı bir hız göstergesiyle yolculuk yapmaya benziyor. TÜİK’e göre saatte 50 km, ENAG’a göre 90 km. Verilerde bu kadar geniş bir sapma olması, bireyleri ve işletmeleri kararsız bırakıyor, uzun vadeli plan yapmalarını zorlaştırıyor ve güvenilir politikaların geliştirilmesini imkansız hale getiriyor.
Böyle bir durumda nasıl güvenli sürüş yapamazsanız, enflasyonun gerçek seviyesini bilmeden de doğru ekonomik politikalar üretemezsiniz. Bu belirsizlik, bireyleri ve işletmeleri kararsız bırakıyor ve uzun vadeli plan yapmalarını zorlaştırıyor. Enflasyon beklentilerinin de bu iki oranın ortasında bir yerde gerçekleşmiş olması şaşırtıcı değil. Bir istatistikçiye bu rakamlardan ortalama bir enflasyon beklentisi tahmin etmesini isteseniz, vereceği cevap bugünkü enflasyon beklentilerine yakın bir rakam olacak.
Arjantin örneği, bu tür belirsizliklerin enflasyonu artırıcı etkisini net biçimde ortaya koyuyor. Başarılı bir program için şeffaflık artık bir lüks değil, bir zorunluluk. Ekonomi yönetiminin enflasyonu düşürme hedefinde ise, öncelikle enflasyon verilerine güven kazandırarak beklentileri iyileştirmesi gerekiyor. Bugün kötümser olabilirsiniz, ancak güvenilir verilere dayalı bir bilgiyle yarın iyimser hale gelebilirsiniz. Enflasyon verilerine duyulan güvenin artırılması, enflasyon beklentilerini yönetmenin en etkili ve kritik adımı olacak.
İŞSİZLİK RİSKİ ARTIYOR
Gelecek dönemde iflas ve konkordato başvurularında artış bekliyor musunuz?
Özel sektörün borç yükü, üzerinde yeterince durulmayan ancak benim çok önemsediğim bir konu. Bu mesele, Merkez Bankası politikalarının başarısında göz ardı edilmemesi gereken ciddi bir engel teşkil ediyor.
Merkez Bankası’nın enflasyonla mücadele konusunda izlediği politika, derslerde öğrencilere anlattığımız klasik modeller üzerine inşa edilmiş bir politika. Ancak bu anlayışın bazı eksiklikleri var: modelde finansal kesimler sorunsuz çalışıyor ve firmalar borçsuz. Böyle bir durumda faiz politikasının etkili olması beklenir, ancak Türkiye’deki mevcut koşullarda firmaların finansal sıkıntıları göz ardı edilemez.
2008 yılındaki Küresel Finans Krizinde firma fiyatlaması konusunda önemli bir ders aldık. Finansal zorluk yaşayan firmalar, bu sorunları doğrudan fiyatlarına, dolayısıyla tüketiciye yansıtıyor. Örneğin firma, artan kredi maliyetlerini karşılayacak durumda değilse, ayakta kalabilmek için yüksek maliyetli krediler alıyor ve bu maliyeti tüketiciye yansıtıyor. Merkez Bankası’nın faiz politikalarının böyle de bir enflasyonist etkisi mevcut.
Yüksek borç yükü altındaki firmaların durumu, adeta suda çırpınan bir yüzücüye benziyor. Ne kadar çırpınırsa çırpınsın, akıntıya karşı yüzmek giderek zorlaşıyor. Faiz artışları bu akıntıyı daha da güçlendiriyor. Bu durum sadece firmaları değil, çalışanları da etkiliyor. İşsizlik riski artıyor, ücretler baskılanıyor ve ekonominin genelinde bir daralma tehlikesi ortaya çıkıyor.
KÜÇÜK İŞLETMELERİN DURUMU DAHA KIRILGAN
Enflasyon programının amacı da bu daralma değil mi?
Haklısınız, fiyat sonuçta arz ve talebe göre belirlenir. Talep düşerse, fiyatlardaki artışın da düşmesi beklenir. Ancak, bu aynı zamanda, ekonomide finansal sorun yaşayan firma sayısına göre, enflasyonist bir etki de yaratabiliyor.
Bu daralmayla, önümüzdeki dönemde bazı firmaların konkordato başvurusunda bulunması veya iflas etmesi kaçınılmaz görünüyor. Ancak asıl önemli olan, bu sürecin nasıl yönetileceği. Firmaların yeniden yapılandırılması için kapsamlı bir strateji gerekiyor. Aslında bu stratejinin, kriz ilk belirtilerini verdiğinde geliştirilmesi gerekiyordu. Bu konuda ‘sel gider kum kalır’ anlayışıyla hareket etmek riskli bir stratejidir. Bu durum tüm ekonominin istikrarını tehdit edebilir. Firma bilançolarındaki sorunlar çözülmeden ne enflasyonda ne de ekonomik istikrarda kalıcı başarı sağlanabilir.
TCMB’nin yaptığı analizler genelde reel sektörün tamamına bakıyor ve pek bir sorun olmadığı sonucuna varıyor. Şu anda sistemik risk olmayabilir, ancak bu toplam rakamlar mikro düzeydeki sorunları maskeliyor. Özellikle küçük ve orta ölçekli işletmelerin durumu çok daha kırılgan olabilir. Hatta bazı sektörlerde ciddi sıkıntılar yaşanabilir.
Bu durum tıpkı ortalama enflasyon rakamlarına benziyor – nasıl ki ortalama enflasyon yüzde 48.58 derken bazı sektörlerde yüzde 90’lara varan artışlar görüyorsak, reel sektör borçluluğunda da benzer bir durum söz konusu. Ortalama rakamlar sektörel ve firma bazındaki kırılganlıkları gizleyebilir. Makro düzeyde sistem sağlıklı görünebilir ama mikro düzeyde önemli sorunlar birikebilir.
Bu noktada politika yapıcın sadece sistemik risklere değil, sektörel ve firma bazındaki kırılganlıklara da odaklanması gerekiyor. Çünkü küçük sorunlar zamanında tespit edilip çözülmezse, bir süre sonra sistemik risklere dönüşebilir.
Bu konuda daha fazla araştırmaya ihtiyaç var. Türkiye özelinde, finansal stres ve fiyatlandırma davranışları arasındaki ilişkiyi daha iyi anlamamız gerekiyor. Bunun için verilerde şeffaflık ve araştırma ortamı yaratılması şart.
BARDAĞI DEVİREN, GERİ DÖNÜŞÜ ZOR BİR NOKTA
Kredi derecelendirme kuruluşlarının son dönemlerde Türkiye ile ilgili olumlu açıklamaları var. Ama yabancı yatırım tarafına bakınca da yatırım gelmiyor. Türkiye’nin yabancı yatırım çekememesinin ana nedenleri neler?
İklim değişikliğinin ve doğal afetlerin ekonomi üzerindeki etkilerini modellemeye çalışan literatürde öne çıkan bir kavram, yabancı yatırımcının tutumunu anlamamıza yardımcı olabilir. Tipping point, yani ‘dönüm noktası’. Bu, bardağı taşıran son damla değil; bardağı deviren, geri dönüşü zor bir noktadır. Bu noktaya ne zaman ulaşılacağını kestirmek güç. Atmosferde bazı şeyler olur; ancak bilim henüz bu süreçleri tam olarak anlayabilmiş değil. Yavaş işleyen bir süreç bu. Ancak bu nokta geldiğinde, geçmiş deneyimler maliyetin yüksek olabileceğini gösteriyor.
Yabancı yatırımcıların bu dönüm noktasını göz önünde bulundurarak temkinli bir duruş sergilemeleri anlaşılır; deyim yerindeyse, ‘sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer.’ Portföy yatırımları devam ediyor, ancak bunlar sadece yüksek getirili, kısa vadeli kazanç sağlama üzerine kurulu. Türkiye’nin sunduğu yüksek faiz oranları ve dövizdeki göreceli stabiliteyi fırsat bilerek kısa vadede yüksek kazanç elde ediyorlar. Bu durum, rezervlerde bir iyileşme sağlıyor. Ancak bu iyileşmenin kaynağını bilmeyen yok sanırım… Bu tür yatırımlar, uzun vadeli yatırımların önünü açmayı bırakın, aksine kapatıyor.
Bu tür yüksek maliyetli, kısa vadeli yatırımlar ülkeye ciddi bir fayda sağlamıyor. Aslında, ülkenin kaynakları bu tür spekülatif yatırımlara yönlendirilirken uzun vadeli yatırım ve gelişim potansiyelinden ödün veriliyor.
Bu tablo, Türkiye için stratejik bir dönüşüme olan ihtiyacı ortaya koyuyor. Bu yapı sürdürülebilir değil. Ayrıca, yüksek faiz vermenin de önemli bir sinyal değeri var. Bu kadar yüksek faiz veriyorsanız, bu durum yabancı yatırımcının ülkeye olan güven eksikliğine işaret ediyor. Kim yüksek faizle borçlanır? Genellikle, ekonomik istikrarı sorgulanan veya ödeme kabiliyeti konusunda şüpheler bulunan ülkeler. Yatırımcılar bu yüksek faizi kabul ederek, karşılarındaki riskin büyük olduğunun farkında olduklarını gösterirler. Bu da onların kısa vadeli ve yüksek getiri beklentisiyle hareket ettiklerini, uzun vadeli yatırım yapma konusunda ise çekimser olduklarını ifade eder.
Yabancı yatırımcının sadece kısa vadeli değil, uzun vadeli yatırımlar yapmasını teşvik etmek ve onları ülkenin ekonomik istikrarına güven duyar hale getirmek için şeffaf ve öngörülebilir bir politika oluşturulması gerekiyor. Mevcut döngü, ekonominin kırılganlığını artırıyor ve bizi hızla ‘dönüm noktasına’ yaklaştırıyor. Bu kritik noktaya yaklaşmak, gelecekte daha yüksek maliyetli krizlerin yaşanma riskini beraberinde getiriyor.
EKONOMİ HIZLI KOŞU DEĞİL, MARATONDUR
Yüksek enflasyon ve gelir erimesini de düşündüğümüzde önümüzdeki günlerde vatandaşı nasıl günler bekliyor?
Bu aslında ekonomik olmaktan ziyade insani bir konu. Yaşananlara bakıp da üzülmemek elde değil. Röportajın başında belirttiğiniz gibi, asgari ücrete Temmuz ayında zam yapılmadı. Gerekçe ise enflasyon yaratacağı düşüncesi… Ancak bazı temel harcama gruplarında ortalama enflasyonun yüzde 100’lere ulaştığı bir ortamda asgari ücreti artırmamak, ekonomi teorisiyle açıklanamaz. Komşusu açken insanın uyuyamadığı bir kültürde, bunu anlamak zor olmasa gerek… Bu durum, iktisatçı hassasiyetiyle bağdaşmıyor. Nitekim benim de imzaladığım, 118 iktisatçının hazırladığı bildirgede, bu uygulamaya katılmadığımızı belirttik. Bu politika anlayışıyla vatandaşı iyi günlerin beklemediği ortada.
Bir de şunu anlamak gerekiyor; Ekonomi hızlı koşu değil, maratondur… Bütün yükü dar gelirlinin üzerine yüklerseniz, uzun süre dayanabilmeleri zorlaşır, programın başarı şansı düşer. Herhangi bir ekonomi programının başarılı olabilmesi için halkın desteğine ihtiyacı var. Program kendi içerisinde adaletsizlik yaratıyorsa, halkın desteğini alması zorlaşır ve zamanla siyasetçinin de desteğini kaybedebilir. Bütün bunlarla, az önce bahsettiğim dönüm noktasına ulaşması hızlanır.
Önemli bir noktanın altını çizmek gerekiyor. Enflasyon, gelir dağılımını olumsuz etkiler. Fiyatlar artarken ücretler aynı hızla artmadığı için emeğin toplam maliyet içindeki payı düşer. Diğer koşullar sabit kaldığında, bu durum firmanın kârını artırır ve işçiden işverene doğru bir gelir transferi yaratır. Politika yapıcının bir görevi de bu gelir dağılımını düzeltmek. Maalesef, enflasyon var denilerek gelir dağılımındaki bozulma kalıcı hale getirildi. Sonuçta, harcayan işçi değil işveren oluyor. Enflasyon programının amacı harcamaları düşürmekse, bu amaca hizmet etmiyor. İşçinin harcama gücü azalırken işverenin harcama gücü artıyor. Zaten tüketimde belirgin bir yavaşlama da yok.
Bu noktada sıkça dile getirilen ‘asgari ücret artışları fiyatları tetikliyor’ argümanını da dikkatle incelememiz gerekiyor. Örneğin, Avrupa Birliği Merkez Bankası’nın yürüttüğü kapsamlı bir araştırma, Almanya gibi ülkelerde fiyat ve maaş ayarlamalarının senkronize olduğunu gösteriyor. Ancak bu senkronizasyondan doğrudan enflasyonist bir sonuç çıkarmak yanıltıcı olabilir. Bu tür basit nedensellik ilişkileri, karmaşık ekonomik süreçleri açıklamakta yetersiz kalıyor.
Şüphesiz, asgari ücret artışı ve enflasyon arasındaki ilişki tartışmalı bir konu. Evrensel bir doğru yok. Bunun bir nedeni, ekonomide durumlara göre değişkenlik göstermesi. Bu tür tartışmalı konularda bana kılavuzluk eden prensip şu: Eğer gerekliyse, etkin bir politikadır. Akademik araştırmalar da bu prensibi doğruluyor. Örneğin, para politikasının çalıştığı bir dönemde, maliye politikalarına gerek yok. Bu politikayı uygulamanız pek bir yarar sağlamaz. Ancak para politikasının çalışmadığı bir dönemde, maliye politikasının etkin olması daha yüksek bir olasılık. Nitekim bu konudaki akademik araştırmalar da maliye politikalarının etkinliğinin ekonominin içinde bulunduğu konjonktüre bağlı olduğunu gösterir.
Asgari ücretin enflasyona göre ayarlanmasını, yağmurlu havada kullanılan bir şemsiye olarak düşünebilirsiniz. Şemsiye, sınırlı da olsa bir koruma sağlar. Güzel havalarda şemsiyeye gerek yok; hatta taşıması yük olur. Ancak güneşli havalarda şemsiye taşıyıp, yağmur başladığında, en ihtiyaç duyulan anda, şemsiyeyi geri almak bana rasyonel bir davranış gibi gelmiyor.
Bu aynı zamanda, ekonomik politikalarda araştırmanın önemini gösteriyor. Türkiye özelinde asgari ücret artışı ve enflasyon arasındaki ilişkiyi daha iyi anlamamızı sağlayacak akademik araştırmalara ihtiyaç var. Eğer bu konuda mevcut çalışmalar varsa da bunların daha görünür hale getirilmesi gerekiyor. Bu tür araştırmalar için detaylı veri setlerine ve şeffaf bilgi paylaşımına ihtiyaç var. İş gene dönüp dolaşıp, ekonomik araştırmaya geliyor.
BEYİN GÖÇÜ KAYGILANDIRIYOR
Siz uzun yılllardır yurtdışında çalışan bir iktisatçısınız, yurtdışında Türkiye ile ilgili algı nasıl, ekonomi nereye gidiyor gibi görünüyor?
Yurtdışındaki ekonomistler, Türkiye’nin genç ve dinamik nüfusu ile güçlü üretim kapasitesi gibi temel ekonomik dinamiklerine güven duyuyorlar. Ancak son dönemdeki politika tercihleri hakkında endişeler var; özellikle eğitimli kesimin yurtdışına göç etmesi en kaygı verici konular arasında yer alıyor.
İkinci olarak, Merkez Bankası’nın son dönemde attığı adımlar ve ekonomi yönetimindeki değişiklikler olumlu karşılanıyor. Ancak, uzun vadeli güvenin sağlanması için kurumsal yapının güçlendirilmesi ve politika öngörülebilirliğinin artırılması gerektiği vurgulanıyor. Dışarıdan bakıldığında, Türkiye ekonomisinde son dönemde gözlenen değişimler umut verici bulunuyor, fakat bu değişimlerin kalıcı olması için yapısal reformların hayata geçirilmesi şart görülüyor.
FAİZ ARTIŞLARININ ETKİSİ SINIRLI
Türkiye ekonomisinin normalleşmesi ve düze çıkması için asıl atılması gereken adımlar nelerdir?
Mevcut yaklaşımın sınırlarına ulaşıldığı artık açık ve faiz artışlarının etkisinin sınırlı olduğu ortada. Bu durum, hepimiz için para politikasının sınırlarını anlamamız açısından önemli bir ders niteliğinde. Dolayısıyla, ekonomiyi yalnızca finansal piyasalar üzerinden yönetmenin ötesine geçerek, insan odaklı, uzun vadeli bir vizyonla hareket etme zamanı geldi.
Bu noktada, özellikle eğitimde fırsat eşitliğini sağlamak, cinsiyet eşitliğini gözetmek ve kadının iş hayatına katılımını artırmak gerekiyor. Türkiye’nin ekonomide kalıcı istikrarı sağlaması için şeffaflık ve hesap verebilirliği güçlendirmesi, aynı zamanda hukukun üstünlüğünü teminat altına alması büyük önem taşıyor.
Ancak ekonomik sorunları uzun vadede çözmeye yönelik kapsamlı bir vizyon ya da kalıcı çözümler henüz netleşmiş değil. Toplumsal ihtiyaçlara yanıt verecek somut ve sürdürülebilir bir plan oluşturmak her zamankinden daha önemli.
Nasıl ki bir yemekte tek bir malzemenin baskınlığı tüm lezzeti bozuyorsa, ekonomi politikaları da benzer bir hassasiyet gerektirir. Para politikası, maliye politikası, yapısal reformlar ve sosyal politikalar – hepsi birbiriyle uyumlu olmalı. Nasıl ki bir şef sürekli yemeği tadıp ayarlar yapıyorsa, ekonomi yönetimi de politikaların etkilerini sürekli değerlendirmeli ve gerekli ince ayarları yapmalı.
Bu yüzden sadece finansal piyasalara odaklanan bir ekonomi, tıpkı tek bir baharatın baskın olduğu bir yemek gibi, tat vermez. Şef aynı zamanda mutfağındaki tüm çalışanların uyum içinde olmasını sağlar. Ekonomide de kurumlar arası koordinasyon, tıpkı bir mutfaktaki ekip çalışması gibi, başarının temel şartıdır. Merkez Bankası’nın kredibilitesi kadar, TÜİK’in kredibilitesi de önemli. Ve en önemlisi, şef sadece teknik mükemmeliyeti değil, yemeği yiyenlerin memnuniyetini de gözetir. Ekonomi politikaları da benzer şekilde sadece teknik hedeflere değil, toplumsal refaha odaklanmalı. Ekonomi yönetiminin bu dengeyi sağlamak için daha fazla çaba göstermesi gerektiği açık.
Enflasyondaki artış ve TL’deki değer kaybı, ekonominin temel bileşenlerinde yaşanan uyumsuzlukların ve yapısal sorunların bir göstergesidir, bunu böyle anlamak gerekiyor; yalnızca yüzeyde bastırılması gereken belirtiler olarak değil. Bu durum, bir arabanın gösterge panelinde yanan motor uyarı ışığına benzer. Uyarıyı görmezden gelip lambayı söndürmek, arabanın içindeki gerçek sorunu çözmez; aksine, daha büyük bir arızayı kaçınılmaz hale getirir. Türkiye’nin yakın geçmişinden de bunu net bir şekilde görüyoruz. Ekonominin temel sorunları çözülmeden döviz ve enflasyon baskılanmaya çalışıldığında, başarılı olunsa bile, bu yalnızca ileride daha büyük bir maliyetle geri dönecek geçici bir rahatlama sağlar.
Eğer yakın geçmişte yaşananlardan doğru dersleri çıkarabilirsek, gerçekten de ‘bir musibet bin nasihatten iyidir’ diyebiliriz. Bu yaşananlar, daha iyisini yaratmak için bir fırsat sağlıyor. Kurallara uymanın, şeffaflık ve hesap verebilirliği artırdığını; hukukun üstünlüğünü sağlamanın ve gelirin adil dağılımının ne kadar önemli olduğunu anlamazsak, toplumsal refah sadece bir hayal olarak kalır. Ekonomik sorunlar, eninde sonunda toplumsal sorunlara dönüşür; çünkü ekonomi rakamlardan değil, insanlardan oluşur.
Ekonomik politikalarda başarılı olmanın yolu, yalnızca kısa vadeli önlemlerden değil, aynı zamanda kurumsal güveni güçlendirmekten ve şeffaflığı artırmaktan geçiyor. Türkiye, geçmişten dersler çıkararak ve yapısal sorunları çözmeye odaklanarak ekonomik istikrarı yeniden kazanabilir. Bu, toplumun her kesimini içeren ve geleceğe güvenle bakan bir ekonomik sistemin kurulması için kaçınılmaz bir adımdır.