Gizem Coşkunarda / gcoskunarda@hurriyet.com.tr
Oluşturulma Tarihi: Kasım 17, 2024 07:00
Psikolog-antropolog Dr. Ceylan Nur Akgün yeni kitabı ‘Annelik: Gerilimler, Mücadeleler, Uzlaşmalar’da annelik kavramının tarihsel yolculuğuna bakıyor, idealleştirilen anneliğe odaklanıyor ve annelerin yaşadığı kaygı ve suçluluk duygularının nedenlerini de ortaya koyuyor. Akgün: “Romantize edilmiş ve kutsallaştırılmış annelik söylemine kapılmamak en güzeli. Anne olmak ne saçını süpürge etmek ne en mükemmeli olmaya çalışmaktır.”
Son derece farklı kadınların aslında benzer annelik süreçleri yaşadığını söylüyor Dr. Ceylan Nur Akgün.
Psikolog, aynı zamanda da antropolog olan Akgün yeni kitabı ‘Annelik: Gerilim, Mücadeleler, Uzlaşmalar’da idealleştirilen annelik biçimlerine odaklanıyor ve şunları anlatıyor:
“İdeal anne olmaya dair çeşitli platformlarda dolaşan gösterge enflasyonu içinde, doğru kararı alıp alamamak, yeteri kadar bilgiye ulaşabilmek, bilgiyi güncelleyebilmek zorlu bir görev artık. Bilgi çoğalıp sorumluluk arttıkça seçim yapmak zorlaşıyor. Günümüzün anneleri, geçmişin geleneksel annelerine göre çok daha ağır bir yükü üstleniyorlar, daha zorlu bir model içinde rollerini icra ediyorlar.” Akgün’le son dönemde ‘kaygı bozukluğu’ yaşayan annelerin sayısının neden arttığını ve içinde oldukları bu durumun çıkış yollarını konuştuk.
◊ Annelik kavramını araştırmanıza sebep olan itici güç neydi?
Aslında bu bir tarih kitabı değil, günümüz anneliği üzerine bir kitap. Fakat annelik özellikle günümüzde 80’lerden itibaren büyük bir doğalcı annelik anlayışıyla, özcü bir hal aldı. “Her kadın anne doğar”, “Anne olamıyorsa eksiktir” gibi bir anlayış var. Oysa babalık, aile, devlet, toplum gibi anlam yüklediğimiz birçok kavramın köklerine baktığımızda hem tarihsel süreçte hem de coğrafi olarak farklı anlamlara büründüğünü görüyoruz. Yani hiçbir kavram değişmez değil. Ben de hikâyeyi bulabildiğim en eski tarihten itibaren günümüze kadar özetlemek istedim. Çünkü bugün annelik zaten hep öyleymiş gibi tasavvur ediliyor.
◊ Kitabın açılışını anaerkil dönemdeki kadın ve annelik kavramıyla yapıyorsunuz ve günümüze kadar geliyorsunuz. O dönemlerde kadının rolü nasıldı?
Tarım öncesi döneme dair yazılı bir tarih olmadığı için biraz spekülatif, çok farklı yorumlara da açık. Üremede erkeğin rolü henüz bilinmediğinden kadına yaratıcı ve büyülü bir güç atfediliyor. Sonuçta kadın kendi kendine doğurabilen, yeni bir can dünyaya getirebilen bir varlık. Fakat tarımın gelişimiyle kadın sanki bir taşıyıcı, erkek üretici güç oldu. Bu da çocuğu babanın yaptığı inancını doğurdu. Hâlâ devam eden ataerkil sistemin kökleri böyle atıldı.
‘OTORİTER OLAN MAKUL’
◊ “Ortaçağda anne-çocuk arasında günümüzdeki gibi bir bağ yoktu, annelere çocuk üzerinden baskı yapılmıyordu” diyorsunuz. Annelerin çocuklardan bu denli sorumlu olması yakın zamanda ortaya çıkmış bir model mi?
Evet, anneyle daha sınırlı bir ilişki vardı. Daha soğuk ve otoriter olmak makul olan annelik modeliydi. Osmanlı tipi çocuktan da aslında neredeyse mahalle sorumlu. Dedeler, anneanneler, babaanneler sorumlu torunlardan. Çünkü hiyerarşide onlar yukarıda. Yani tamamen anneye çıkan bir fatura yok.
◊ 19’uncu yüzyılda geçim derdi ve gayrimeşru doğumlardan kaynaklı bakılamayan, ölen çocuklardan bahsediyorsunuz. Biz bugün de evde yangında ölen 5 kardeşin haberini dehşetle dinliyoruz. Fatura da anneye kesiliyor…
Bugünkü değerler üzerinden o dönemi okumak doğru bir bakış açısı olmaz. Bugün biz dehşetle etkileniyoruz o 5 çocuğun ölümünden ama işte 19’uncu yüzyıl tamamen böyle. İşçiler günlük yevmiye için her koşulda çalışıyor. Çocuklarını yanlarında götürüyor ya da evde bırakıyorlar. Çocuk işçi meselesi de o döneme ait. Günümüzde çok romantik ve kutsallaştırılan bir annelik var ama bir yandan da sosyolojik gerçeklik, çarpıklık var. Yani bir anne hurda toplamak zorunda kaldığı için 5 çocuğunu evde bırakıyor. Fatura ona kesiliyor ama bu durumda günah keçisi kesinlikle o anne olamaz.
◊ Kitaptan bir alıntıyla soracağım; “Kulağımıza garip gelse dahi, evladımıza duyduğumuz sevgi, ona gösterdiğimiz özen kültürel ve politik bileşenlerle yüklüdür”. Yani bu yoğun duygularımız günümüzün icadı mı sizce?
Buraları anlatırken biraz imtina ediyorum fakat öyle. 1920’lerin başında bazı köylerde, kabilelerde bir çocuk doğuyor ve bütün köyün kadınlarına anne anlamına gelen bir şey söylüyor çocuk. Yani o çocuk o köyün olabiliyor. Bazı kültürlerde hâlâ izini görürüz, çocuğunu büyüklerin yanında sevmeyi ayıp kabul ediyorlar. Çocuğa büyük bir aşk beslemek, çocuk için ölmek, duyguların neredeyse nevrotik olarak tanımlayabileceğimiz derecede yoğun yaşanması, kadınların kendini “Evladım da evladım” diye yerden yere atması biraz günümüzün icadı sahiden de. Ama tabii ne eskiden insanlar çocuklarını sevmezdi diyorum ne de şimdiki anneler daha çok seviyor diyorum. Bu tartışılamaz ve öznel bir şey. Ama o anne çocuk ilişkisinin çerçevelenme şekli, taşıdığı anlamlar, kültürel ve politik bileşenlerle yüklü.
‘BEN YETERSİZİM DİYEN BABA YOK’
◊ Kitabın son bölümünde de günümüz annelerinin kaygılarından ve suçluluk duygusundan bahsediyorsunuz. Nasıl bir durumdayız?
Son 10 yıldır tanılar sürekli kaygı bozukluğu, kaygı bozukluğu, kaygı bozukluğu şeklinde gidiyor. Bütün psikiyatrik tanıları da aslında toplumla birlikte düşünmek gerekiyor. Çünkü bu tanılar toplumun içinden çıkıyor. Yani travma sonrası stres bozukluğu Vietnam Savaşı’ndan sonra giriyor mesela kriterlerin içine. Bu kadar kaygı bozukluğunun yaygın hale gelmesi yine paradigma değişimiyle yaşanıyor.
◊ Şu anki paradigma değişiminden kastınız nedir?
Annelik üzerinden düşününce, çeşit çeşit kavramlar var. Emzirmek, okul seçimi, farklı metotlar, bağlanma modelleri vs. Ulus-devletin de bir milli eğitim sistemi var: Bir okul, bir öğretmen, bir müfredat… Herkes buna tabi. Şimdi bu kadar söylem içinde, seçenek çokken orada yolunu şaşıran anneler de oluyor ve yanlış yapar mıyım kaygısı oluşuyor. Ve en önemli şey, güvenebileceğiniz biri yok. Bir öğreti yok ama uzman çok. Uzmanlar arasında da çelişkili söylemler görüyoruz. Sorumluluk alan kurum yok. Çocuk özel okula gidiyor ama hâlâ çocuğun ödevini kontrol etmekten anne-babalar sorumlu. Neden? Bu bir tür emek hırsızlığı değil midir? Kurumların sorumlulukları da ailelere kalıyor.
◊ Sorumluluğu babalar ve kurumlarla paylaşamamak da annelerin kaygısını arttırıyor…
Bir defa görüşme odalarına annelerin geldiğinin altını çizelim. Babalar görüşme odasına girse bile ben hiçbir babadan “Ben yetersizim, vicdan azabı duyuyorum, bu çocuğa iyi bir baba olamıyorum” gibi cümleler duymadım. Her zaman annelik popülerleşiyor, kutsallaştırılıyor ve sorumluluk oraya bırakılıyor. Bu yüzden bir baba çocuğunu parka götürdüğünde herkes onu alkışlıyor.
‘AKRABALARI, KURUMLAR, MAHALLE, TOPLUM, DEVLET DE ÇOCUKTAN SORUMLU’
◊ Annelere öneriniz, tavsiyeniz ne olur, yolumuzu nasıl bulacağız?
Kadınlara öneri vermek çok da haddime değil doğrusu. Ancak ebeveynlik ya da bir çocuğa bakım vermek, biyolojik olarak annesi olun veya olmayın çok ama çok değerli. Bir canı yetiştirmek, onun büyümesini izlemek ve onunla bağ geliştirmek emekle inşa oluyor. Bakım verme emeği ebeveynler arasında eşit olmalı. Bir çocuktan sadece anne değil, babası, akrabaları, kurumlar, kreşler, mahalle, toplum ve devlet de sorumlu. Anne olmanın getirdiği ağır duygusal yüklerin altında ezilirken hakkaniyetli düşünmek gerekiyor. Duygulardan azade rasyonel olarak düşünmek ve yaşadığımız tahripkâr hisleri akılla ve mantıkla analiz etmek gerekiyor. Velhasıl romantize edilmiş ve kutsallaştırılmış annelik söylemine kapılmamak en güzeli sanki… Anne olmak ne çilekeş bir yaşam sürerek saçını süpürge etmek ne en mükemmeli olmaya çalışmaktır. Bu deneyim kendimizi bu kadar perişan etmeden de yaşanabilir.