‘Müzik seslerden ibaret değil, o müziğe hikâyeleri de eşlik etmeli’


Oluşturulma Tarihi: Kasım 24, 2024 07:00

Ses ve kanun sanatçısı Çağlar Fidan, dinleyeni Suriçi İstanbul’unda müzikli bir tarih yolculuğuna çıkaran albümü ‘Intra Muros İstanbul’u yayımladı. Sadece 17 ile 20’nci yüzyıllar arasında yapılan eski İstanbul’un şarkılarını değil, o şarkılara eşlik eden hikâyeleri de günümüze taşıyor.

Osmanlı dönemi müziği üzerine yaptığı araştırmaları ve performanslarıyla tanınan Çağlar Fidan ilk albümü ‘Intra Muros İstanbul’u yayımladı. Tarihi Yarımada’nın büyüleyici atmosferini günümüze taşıyan çalışma, dinleyiciyi surlar arasındaki İstanbul’u yeniden keşfetmeye davet ediyor. Albümünü 17 ile 20’nci yüzyıllar arasında yaşamış sanatçıların eserlerinden oluşturan Fidan, tarihi kişilerin aşk hikâyelerini ve dönemin sosyal yaşantısını da müzik yoluyla gün yüzüne çıkarıyor. Sanatçı müzisyenliğinin yanı sıra çok iyi de bir hikâye anlatıcısı.

Onu Büyükada’da, Kumbaracı 50’de ve The Circle Stage’de izleme fırsatım oldu. İstanbul’u anlattığı şarkılarını, her seferinde yaşanmış hikâyeleriyle besleyip dinleyene de o şarkıları yaşatıyor. Fidan’la buluşup yeni albümü ‘Intra Muros İstanbul’u konuştuk.

Yeni albümünüz hayırlı olsun. Ne demek Intra Muros İstanbul? Neden böyle bir ismi tercih ettiniz?

Çok teşekkür ederim. ‘Intra muros’ Latince bir ifade ve ‘duvarlar arasında’ anlamına geliyor. ‘Intra Muros İstanbul’ ise surlar arasındaki İstanbul’u yani Tarihi Yarımada’yı niteliyor. Bu ifadeyle ilk olarak Osmanlı tarihçisi Suraiya Faroqhi’nin bir makalesinde karşılaşmıştım. Ve bu başlıkla bir albüm yapmak istedim. Yani önce albümün adını belirledim, ardından içeriğini oluşturdum.

İstanbul müziğiyle ilgili araştırma yaparken sizi en çok ne şaşırttı?

Albümdeki müziklerin hikâyeleriyle karşılaşma sürecim daha öncesine dayanıyor. Hem master tezimi yazarken hem de İstanbul Ansiklopedisi’nde karşılaşınca eski İstanbul şarkıları ilgimi çekti. Örneğin albümdeki ilk şarkının adı ‘Sultan İbrahim’in Huzurunda Oynanılan Raks’. 1630’larda Polonya’daki bir savaşta esir düşüp İstanbul’a getirilen Albert Bobowski’nin notaya aldığı bir parça bu. Albert Bobowski, İstanbul’a saraya getiriliyor. Burada Müslüman oluyor ve Ali Ufki adını alıyor. Ali Ufki Bey muhtemelen Polonya yıllarından nota yazmayı biliyor ve dönemin İstanbul’unda çalınan 500 kadar müzik eserini notaya geçiriyor. ‘Sultan İbrahim’in Huzurunda Oynanılan Raks’ onlardan biri. 1600’lerde Polonyalı bir savaş esirinin, bir sultanın huzurunda dans edilirken çalınan bir müziği kaydetmesi beni en çok şaşırtan şeylerden oldu.

‘Müzik seslerden ibaret değil, o müziğe hikâyeleri de eşlik etmeli’

Albümde 17’nci ve 20’nci yüzyıllar arasında yaşamış birçok sanatçıya ait eser var. Bu eserleri seçerken nelere dikkat ettiniz?

Albümde sekiz parça var ve her biri Osmanlı dönemi Suriçi İstanbul’unda yani ‘intra muros’ İstanbul’da bir mekâna ve karaktere referansta bulunuyor. Birkaç örnek vermek gerekirse, 1847’de Kumkapı’da doğmuş Ermeni müzisyen Udi Afet’in şarkısı, 18’inci yüzyıl Rum müzisyeni Zaharya’nın semaisi, Vezneciler’de bir apartmanın giriş katındaki gazinoda ut çalan Fahri Kopuz’un şarkısı (Letafet Apartmanı) ve Geç Osmanlı İstanbul’unda Şehzadebaşı’nda Confiserie Orientale (Şark Şekerlemecisi) adlı bir şekerci dükkânı işleten Udi Şekerci Cemil Bey’in şarkısı ‘Intra Muros Istanbul’daki müziklerden birkaçı. Hepsinin ortak noktası bu müzisyenlerin hayat hikâyelerinin Suriçi İstanbul’la kesişmiş olması.

Albümde birçok aşk şarkısı var. Kimler için bestelenmiş şarkılar bunlar?

Özellikle Şevki Bey’in (1860-1890) şarkısının hikâyesi ilginç. Albümdeki ‘Acem’in Evi’ adlı şarkı bu. Reşat Ekrem Koçu’nun ‘İstanbul Ansiklopedisi’nde Acem’in Evi, 1800’lerin sonlarında Çapa’da İbrahim adında bir İranlı tarafından açılmış gizli bir umumhane (genelev) olarak geçiyor. O kadar meşhurmuş ki burası, Acem’in Evi’nde çalışan ‘yosmalar’a şarkılar bile yazılmış. Ansiklopedide bu yosmalardan biri olan Kumru için yazıldığı iddia edilen bir şarkıyı seslendirdim ve şarkının adını ‘Acem’in Evi’ koydum. Bunun dışında Şekerci Cemil Bey’in ‘Confiserie Orientale’ şarkısı dünya zevklerinin ve sevgiliyle geçen zamanın bir rüya gibi gelip geçtiğini anlatıyor. Hatta şarkının üçüncü dizesi ‘Leyla ve Mecnun’ anlatısına referans var: “Ben Kays’e şebih ol dahi Leyla gibi geçti.” Şebih kelimesinin ‘-e benzer’ anlamı var. Kays ise Leyla ve Mecnun anlatısındaki Mecnun’un esas adı. Kays aşkından aklını yitirir ve cünun eder, yani mecnun olur.

Hem konserlerinizde hem de bu albümde ortaya koyduğunuz iş, müzisyenliğin yanı sıra müzik yoluyla hikâye anlatıcılığı gibi…

Bu format geçen yılki “İstanbul Ansiklopedisi’nin Müziği” konserleriyle birlikte hayatıma girdi. Seslendirdiğim eserleri onların bağlamından ve hikâyelerinden ayrı tutamıyorum. O hikâyelerle daha fazla anlam kazandığını düşünüyorum. Kimi zaman şehirde yürüyüşlere çıkarsınız ve bir sokağın veya bir mekânın dokusu sizi etkiler. Ben o etkilenme haline şehrin birçok noktasında müziğin de eşlik edebileceğini düşünüyorum. İstiyorum ki bir İstanbullu veya bir gezgin Topkapı Sarayı’ndayken ‘Sultan İbrahim’in Huzurunda Oynanılan Raks’ ona eşlik etsin; Vezneciler’deyken ‘Letafet Apartmanı’ çalınsın kulağına; Kumkapı’ya gittiğinde Udi Afet’i hatırlasın. Kendime sık sık, yaptığım müziğin yalnızca seslerden ibaret olmadığını, o müziğe hikâyelerin de eşlik etmesi gerektiğini hatırlatıyorum.

Bir de ‘Sevgililer Çağı’na Bir Şarkı’ isminde, müziği size ait yeni bir parça var. Bu şarkı hangi duyguyla ortaya çıktı?

‘Sevgililer Çağı’na Bir Şarkı’nın sözleri Sultan II. Mehmet’e, müziği bana ait. Çalışmalarımda edebi
metinlerden yararlanıyorum. Bu şarkı benim için çok değerli bir kitaba referansta bulunuyor: Walter G.
Andrews ve Mehmet Kalpaklı’nın kaleme aldığı ‘Sevgililer Çağı’na. Okuyanlar şarkının bağlamını ve duygusunu anlayacaktır diye düşünüyorum.

‘Müzik seslerden ibaret değil, o müziğe hikâyeleri de eşlik etmeli’

 

EFSANELER ŞEHRİ İSTANBUL

◊ Albümün kapağındaki masalsı figürler neyi anlatıyor?

Kapakta MS 450-550 yıllarına tarihlenen ve Büyük Saray Mozaikleri Müzesi’nde sergilenen bir mozaik var. Albümün kayıt sürecinde Stefanos Yerasimos’un ‘Konstantiniye ve Ayasofya Efsaneleri’ kitabında, İstanbul’un kuruluşuna dair bir efsaneye rastladım. Efsaneye göre İstanbul’un kurulduğu günlerde bir yılan yuvasından çıkıp sürünürken, bir kartal onu görür ve yılana saldırır. Kavganın sonunda yılan kartalı yener fakat insanlar yılanı öldürerek kartalı kurtarırlar. İmparator Konstantin bütün bu olanları ermişlerden yorumlamasını ister. Ermişler bu olayın İstanbul’un yedi tepeli, şanlı bir şehir olacağını ama iki denizin suları şehri dövdüğünden, şehrin bir o yana, bir bu yana meyledeceğini söyler. Bu bana İstanbul’un yüzyıllardır süren coğrafi sıkışmışlığını hatırlatır.



Source link

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir